Bir İktisat/Maliye Anlatıcısı'nın Kısa Anıları- Türkiye gibi kapitalizme kafa tutan bir ülke

İşim gereği bir çok ile gidip üniversite mezunları veya mezun adaylarına iş ve kurum sınavlarına hazırlık için Maliye ve Para/Banka dersi veriyorum. Tabii bu durum bana hem memleketin pek çok ilini görme hem de bu pek çok ilin "okumuşlarını" tanıma şansı veriyor. Ne zamandır da biriktirdiğim anıları bir tarafa yazasım var. Bu yazı belki de başkaca yazılara vesile olur.

Bu zamana dek, derslerde yaşadığım tecrübeleri özel dialogları hariç tutarak yakın çevremle paylaşıyorum. Çünkü benim durumum biraz tuhaf... Şöyle ki, üniversiteye yeni başlamış alan bilgisi yetersiz öğrencilerle akademisyen sıfatıyla değil, lisans eğitimlerinin sonuna gelmiş mezun veya mezun adayları ile anlatıcı sıfatıyla muhatap oluyorum. Bu sebeple bu işe başladığım birkaç yıl öncesine kadar beklentim biraz yüksekti. Ne de olsa karşımda iktisat veya maliye bölümü mezunları vardı ve artık mesleğe atılmaya hazır durumdaydılar. Ancak zaman içinde deneyimleyerek fark ettim ki, memleketin "iktisadi ve idari bilimler fakültelerinde" öğrenciler öğrenme namına çok az şey yaşıyorlar.

İl ve üniversite isimleri bende saklı kalsın, zaten bahsettiğim, ülkenin geneline ait bir durum ve katiyen tek başına "Türk eğitim sisteminin mağduru olan öğrencilerin" suçu değil. Çünkü 4 yıllık lisans eğitiminde yazılı sınavı yasaklayarak bütün sınavları test haline getiren fakülteler gördüm. Dolayısıyla bu fakültenin mezunları eğer ki özel bir çaba içine girmiş değillerse hem okuduğunu anlamakta hem de düşündüğünü ifade etmekte elbette zorlanıyorlar.

Buna rağmen ülkenin atmosferi ile de ilgili olarak son derece politikler. Bu politiklik kutuplaşmadan kaynaklı son derece utangaç dile geliyor fakat İİBF mezunu olmanın verdiği cesaret de yok değil.
1-2 sene evvel yeni girdiğim bir sınıfta Maliye dersinin içeriğini (biraz da ilgi çekecek biçimde) tanıttıktan sonra teneffüse çıktık. Öğrenci arkadaşlardan biri yanıma gelerek;

- Hocam, benim bu konulara ilişkin çok ilgim var. Kendimce fikirlerim de var, dedi.

Ben böyle şeyler duyunca tabii ki mutlu oluyorum. Ne kadar hoş, peki ne gibi fikirler bunlar diye sordum.

- Hocam kapitalizm çok kötü, komünizm de çok kötü. İkisinin arası bir ekonomik model sizce nasıl olur?

- Nasıl mesela?

- Hocam tam olarak Türkiye'nin ki gibi, bir yandan özel sektör var ama öte yandan kapitalizme kafa tutan bir devlet var.

Böyle anlarda eskiden dumura uğrayıp cevap vermeye çalışıyordum. Artık böyle bir uğraşım yok. Bu tip durumlarda genellikle "neden olmasın" diyorum. Ancak biraz da hatıra biriktirme merakımla bazen karşımdakini konuşturmayı seviyorum.

- Peki Türkiye kapitalizme nasıl kafa tutuyor? Ne yapıyor bunun için?

- Hocam sonuçta kapitalizm islamiyete düşman bir sistem. Türkiye'de hem özel girişim var, hem de örneğin baş örtüsü ile üniversiteye girilebiliyor. Mesela Türkiye müslüman ülkelere yardım ediyor, Irak'ta o kadar müteahhitimiz var. Kapitalist ülkelerin hiç biri müslüman ülkelere yardım etmiyor, edemez de zaten, işin doğasında islam düşmanlığı var sonuçta...

Böyle cevaplar karşısında ne diyeceğimi şaşırıyorum. Neresinden tutmam gerektiğini kestiremiyorum. Hafif bir sessizlik oluyor. "öyle tabii" diyebiliyorum yalnızca... Siz olsanız nasıl cevap verirdiniz bir düşünün. :)

Yazının sonuna bir kitap tavsiyesi ekleyelim, hoşluk olsun.

Ha-Jong Chang --> Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey









5 soruda Ekonomiden Hiç Anlamayanlar için 2018 krizinin kısa özeti

7 Ağustos 2018 sabahının erken saatlerinde dolar kuru 5.42 TL’yi gördü. Bundan çok değil bir kaç ay önce Mayıs ayında kurun değeri 4 TL idi. Peki ne oluyor da dolar kuru böylesi yükseliyor, dahası 3 ay gibi kısa bir sürede ulusal paranın %30 değer kaybetmesinin sonuçları nelerdir?
1. DOLAR NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ ve NEDEN DEĞER KAZANIYOR?
Halkın diline pelesenk olmuş bu ifade esasında bir yanılgıyı da büyütüyor. Aslında dolar yükseliyor ifadesinden daha arı olan ifade, TL değer kaybediyor olmalıydı. Çünkü yalnızca dolar yükselmiyor, yabancı paraların tümü TL karşısında değerleniyor. Veciz bir ifade, su yükselmiyor, gemi batıyor…
Yabancı para mevhumu yüzyıllardır dünya ekonomisinin bir sorunu olagelmiştir. Bundan yüzyıllar önce iki ayrı ülkenin ticaret yapmasını kolaylaştıran çözüm altındı. Paraların üzerinde her ne kadar o ülkenin saltanat gücünün sembolleri olsa da mal değişiminde kullanılan geçer akçe altın veya gümüş gibi değerli madenlerdi.
Fakat özellikle coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da biriken altın para bolluğu bu altınların güvenliğinin nasıl sağlanacağı sorusunu da beraberinde getirdi. Buna karşılık 16. yüzyılda İngiltere dahiyane bir formül buldu. Altın sahipleri altınlarını Kral’ın güvencesindeki bankaya yatıracak (Bank of England-BOE) banka da altın yatıranlara bir kağıt makbuz verecek. İşte bu kağıt makbuzlar daha sonraları Banknot adını alacak değişim aracının ilk örneği oldular. Gel zaman git zaman tüm ülkeler yavaş yavaş altının kağıt karşılığı Banknot sistemine geçiş yaptılar. Ülkemizde de ilk kağıt para 1840 yılında bastırıldı ve adına Kaime dendi. Anadolu insanı hala “gayme” ifadesini kullanır.
Ancak kağıt para sisteminin gelişmesiyle ortaya bir sorun daha çıktı. Ülkeler merkez bankaları rezervlerinde bulunan altın karşılığı kadar kağıt para basıyorlar fakat karşılığı olmayan para da basabilirler mi? İşte bunu denetleyecek bir mekanizma 2. dünya savaşı sonuna dek oluşamadı. Ta ki 1944 Bretton Woods konferansına kadar…
Bu konferansta galip devletler ABD ve İngiltere kağıt para sisteminin yarattığı sorunları çözecek bir formülde uzlaştılar. Buna göre doğrudan altın karşılığı olan para ABD doları ilan edildi ve 1 ons altın = 35 dolar olarak belirlendi. Bunun anlamı, Amerikan Merkez Bankası’na eğer ki 1 ons altın verirseniz o size 35 dolar vereceğini veya 35 dolar verirseniz size 1 ons altın vereceğinin garantisini vermekteydi. Peki ya diğer ulusal paralar? Onların doğrudan altın karşılıkları bulunmamakla beraber dolar karşılıkları bulunacaktı. Yani uluslararası ticarette kullanılan kilit rol Dolar’ın elindeydi. Sistemin denetimi de Bretton Woods ikizleri olarak adlandırılan IMF ve Dünya Bankasına düşüyordu. Türkiye’de 1947 yılıyla beraber batı bloğunun para sistemine böylece dahil oldu. Türkiye sisteme dahil olduğunda 1dolar =2.8 tl idi ve kur sabitti. Yani Bretton Woods sisteminde bir inip bir çıkan yerli paralar yoktu, uluslararası sistemin kabul ettiği sabit kurlar ile işlem yapılıyordu. (1958 devalüasyonu ile 1 dolar=9 tl olacaktır)
Dikkatli değerlendirildiğinde sistemin ABD’nin tuttuğu iple yaşadığını fark ederiz. Ya ABD karşılığı olmayan para basarsa ne olacaktır? Bu durumda sistemdeki tüm yerli paralar dolar değer kaybettiği için değer kaybedecektir.
Ve korkulan oldu, 1960’ların sonunda ABD kendi cari açığını para basarak kapatmaya başladı ve ABD doları devalüe edildi. Buna karşılık önce Avrupa ülkeleri daha sonra ise diğer ülkeler Bretton Woods sisteminden çıktıklarını deklare ettiler. Bu “de facto” durum ise altın standardını bitirip itibari para sistemini doğurdu. 1970’lerle beraber bir paranın değerini o paranın miktarı ve talebi belirlemeye başladı. Günümüzde de vaziyet budur.
Günümüzdeki para sistemine göre piyasadaki para miktarı artarsa paranın değeri düşer, para miktarı azalırsa paranın değeri artar. Örneğin, Türkiye piyasasında dolar miktarı artarsa dolar değer kaybeder, dolar miktarı azalırsa dolar değer kazanır.
O halde günümüzde Dolar, TL karşısında değer kazandığına göre, buradan çıkacak sonuç Dolar miktarının azaldığı veya Dolar talebinin arttığıdır. Azalan şeyin değeri artar.
2. DOLAR NEDEN AZALIYOR?
Türkiye’nin dışarıdan satın aldığı mal ve hizmetler dışarıya ihraç ettiği mal ve hizmetlerden fazla. Çok ithalat yapıyoruz fakat buna karşılık ihracatımız ithalatı karşılamıyor. Buna dış ticaret açığı deniyor. Dünya ticareti Dolar ile yapıldığı için bu açık ülkedeki dolar miktarını azaltıyor.
Dış ticaret açığının yanı sıra ülkemize gelen yabancı sermayeye kar ve faiz ödemeleri ve bazı karşılıksız ödemeler yapıyoruz. İşte tüm bunları topladığımızda ortaya çıkan açığa “Cari Açık” adı veriliyor. Cari açığın bu sene 52 milyar dolar olacağı söyleniyor. Peki bu cari açık nasıl finanse edilecek? İşte burada yabancı sermaye devreye giriyor. Bir ülke ne kadar fazla cari açık verirse o miktarda yabancı sermayeye ihtiyaç duyuyor.
3. ERDOĞAN FAİZLERİ DÜŞÜRECEĞİZ DEDİĞİNDE DOLAR NEDEN YÜKSELİYOR?
Para sistemindeki temel özün üzerine bir katkı koymak gerekir. O da beklentiler sorunu.
Bir piyasada Dolar’ın yükseleceği beklentisi varsa ne olur? Bu durumda dolar yükselir. Evet, çünkü doların yükseleceği beklentisinde olan piyasa aktörleri dolar satın alarak dolar miktarını azaltırlar ve dolar yükselir. Böylece beklentiler gerçeğe dönüşür.
Bu piyasa aktörleri kapalı kapılar ardında iradi olarak karar alıp yapmazlar bunu. Biz de yaparız. Milyonlarca insan dolar yükselecek beklentisi ile TL ile dolar satın alır.
Erdoğan ‘Eyy Amerika’ dediğinde piyasada doların yükseleceği beklentisi oluşuyor ve dolar talebi artıyor. Bu sebeple dolar yükseliyor. Erdoğan faizi düşüreceğiz dediğinde piyasa aktörleri yine doların yükseleceği beklentisine giriyorlar ve dolar yükseliyor. Berat Albayrak faizi düşüreceğiz, Merkez Bankası bağımsız olmaz diyen Devlet başkanının damadı olarak maliye bakanı yapılıyor. Dolar yine yükseliyor. Çünkü ortaya doların yükseleceği beklentisi çıkıyor ve beklentiler gerçekleşiyor.
4. ERDOĞAN NEDEN FAİZLERİ DÜŞÜRECEĞİZ DİYOR?
AKP ekonomisi ranta dayalı inşaat sektörünü hızla büyüttü. Öte yandan ahbap çavuş ilişkileriyle AKP gölgesinde palazlanan varlıklı müteahhitler oluştu. Bu Cengiz, Limak, Ağaoğlu gibi İnşaat devlerinin en büyük korkusu ise doların yükselmesinden çok faizlerin yükselmesi. Peki ama neden?
Türkiye’deki konut talebinin %80’i yatırım amaçlı. Yani inşaata yatırım yapan insanların %80’i bu inşaatları ellerindeki birikimleri değerlendirmek için satın alıyor. Geri kalan %20 ise inşaatı kullanım amacıyla satın alıyor. Fakat Faizler arttığında konut fiyatlarında ve dolayısıyla müteahhit karlarında azalma meydana geliyor.
Örneğin; elinizde 1 milyon TL’niz bulunsun. Bu tasarrufu değerlendirmek istiyorsunuz. Ev alırsanız, aylık 5000 lira kira getirisi ile yılda 60 bin lira kazanırsınız. Fakat 1 milyon TL ile bir bankada vadeli mevduat hesabı açtırırsanız %18 faizle bir yılda 180 bin lira kazanırsınız. Neden ev alasınız ki? İnşaat sektörünün hala ayakta kalması ise adeta bir mucize. Avrupa’nın en büyük havalimanını (Atatürk Havalimanı) yıktırıp yerine yine Avrupa’nın en büyük havalimanını (3. havalimanı) yaptırmak suretiyle kamu kaynağını İnşaat sermayesine dağıtıyoruz. Ancak bunun da sürdürülebilir olmadığı ortada.
5. ÇÖZÜM NEDİR?
Ekonomi her yerden sıkışmış durumda, inşaat temelli büyürken doların yükselmesi sonucu ithalata bağımlı sektörlerimiz sanayi ve tarım iflasın eşiğinde.
Sanayi üretiminin %95’i KOBİ’lere (küçük ve orta büyüklükteki işletmeler) dayanıyor. KOBİ’ler için yüksek teknolojili ve yüksek katma değerli üretim yapmak ise hayalden ibaret. Hem ülkenin beşeri sermayesi buna müsait değil, eğitim hizmetinin niteliği buna uygun değil, hem de KOBİ’lerin bu alanda yeterli tecrübesi bulunmuyor. Dolayısıyla fason üretime tabiiyiz. Dolar kurunun artışı ise başta petrol olmak üzere tüm girdilerin maliyetini katlıyor ve KOBİ ölçekli işletmelerin bu artışa dayanması zor görünüyor. Kepenk kapatan KOBİ’ler işsizlik riskini de beraberinde getiriyor.
Tarım üretimi de kur riski ile karşı karşıya. Mazot masraflarındaki artış şöyle dursun, memleketin çiftçileri hibrit tohumlar yüzünden tohumu ithal etmek zorunda kalıyor. Şeker ve tütün fabrikalarının satılması da cabası.
İnşaat sektörü ise talep yetersizliği ile karşı karşıya. Konut maliyetlerindeki artışa karşılık konut fiyatları artmıyor, sektör kur riskinden diğer sektörler kadar etkilenmese dahi faizler de düşürülebilmiş değil.
Bankacılık sektöründe faiz ve kur artışı işlem hacmini azaltıyor, öte yandan sektör ABD’deki HalkBank davasına kilitlenmiş durumda.
Tüm bu gerçeklik karşısında imparatorluk özlemleri ile tabanını motive eden ve ülke gerçekliği ile bağlarını koparan bir iktidar tarafından yönetiliyoruz.
Kapitalist sistem içinde kısa vadede çözüm görünmüyor.
1994 veya 2001’deki gibi bir ani sermaye çıkışı eşi benzeri görülmeyen bir sert düşüşe sebep olabilir. Bu da 2019’da IMF‘nin gelmesi demek oluyor.
Halbuki koskoca bir ülke Belediye Başkanlığı gibi yönetilmeseydi, herşey daha farklı olabilirdi. Zamanında çok yedik, borç alarak zenginiz zannettik, şimdi diyet zamanı…

Bu Vatanın Evladı Olarak Yerli Otomobil Projesine Neden Karşıyım?

(Bu yazı yerli otomobil projesini destekleyenlere veya bu konu hakkında hiç düşünmemiş olanlara yazılmıştır.)
Kardeşler, canlarım, ciğerlerim; yerli otomobil projesine karşıyım, fakat sakin olun ve devam edin.
Alman ajanı falan değilim. Ben de sizler gibi bu vatanın evladıyım. Orta halli bir ailenin, bir Antepli babanın bir Zonguldaklı annenin çocuğuyum. Sizler gibi yer, giyinir içer yabancı filmlerde İstanbul denince heyecanlanır, otobüste yaşlı ve çocuklulara yer veririm. İlkokula mavi önlükle gittim, lisede okuldan kaçtım ve hepiniz gibi ben de keşke bu ülkenin üretebildiği yerli malı bir otomobilimiz olsaydı diyorum. Neden olmadığı konusunda bildiğim bazı şeyler var.
Sanayileşme hamlelerimizin hepsi bu hamlelerin altında bilimin, aklın ve planın yattığını gösteriyor. En ileri teknoloji üretimi tarihimizin en büyük sanayi büyümesi 1934-1938 yılları arasında 1. Beş yıllık sanayi planı sayesinde yapmışız. Halk yalakalığı ile değil, planlı programlı biçimde. Asya mucizesi gibi, yılda ortalama %12 büyüme. Bu demek oluyor ki 6 yıl içinde sanayi hasılatımız %100 artmış. Bu yıllarda kurulan fabrikalarda mühendislik yapan kahraman mühendislerimizin hepsi bu ülkenin aydınlık üniversitelerinin öpöz bu vatanın çocuklarıdır. Hepsine çok şey borçluyuz. Var olsunlar. Hepsi de o günün teknolojik imkanlarını sonuna kadar zorlayan aklı ve bilimi rehber edinen pırıl pırıl beyinler. Daha sonraları 60’lı yıllarda ODTÜ’nün efsane rektörü Kemal Kurdaş var olsun, O’nun ve öğrencilerinin sayesinde bugün yerli malı beyaz eşyalarımız var.
Demek ki sanayileşmek bu beyinler sayesinde oluyor. Bu beyinler de köklü ve planlı işleyen bir eğitim sistemi ile mümkün.
Gelelim otomobil hayalimize.
5 babayiğit elini taşın altına soktu ve yerli otomobil için düğmeye bastı. Şimdi bu babayiğitler mi babayiğit yoksa bu memleketin halkı mı babayiğit bir bakalım.
Yapılacak otomobil 130 yıllık bir teknoloji olan içten yanmalı motor teknolojisine sahip olacak. Üretildiği anda 100 yıldır bu konuda uzmanlaşmış Avrupa, ABD ve Uzak Asya’nın otomobil devleriyle yurtiçinde mücadeleye girişecek. Yani Türk halkı bu arabayı satın alacak ki, yerli araba hayalimiz sürebilsin ve gelişsin. Teknolojide en iyi ihtimalle çağa yaklaşabilecek olan bu otomobili bu halk neden talep edecek?
Çünkü fiyatı yabancı otomobillere göre ucuz olacak. Ama nasıl ucuz olacak?
Çok basit, devlet desteğiyle…
Yeni kurulan bir endüstrinin başlangıç maliyetleri son derece yüksektir. Fabrika kurulumu için gereken yatırım maliyetleri, AR-GE giderleri, altyapı yatırımları bu tip büyük sanayi endüstrileri için yüksek risk barındırır. Bu sebeple bu tip endüstriler kurulduğu andan itibaren devlet desteğine ihtiyaç duyarlar. Aksi halde rekabet gücü zayıflar üretim durur. Şöyle anlatalım, Toyota Corolla kalibresinde bir arabayı yeni kurulan bir endüstri Toyota’dan daha pahalıya üretir. Çünkü genç endüstri Toyota’nın bugün katlanmadığı birçok maliyete katlanmaktadır. O halde bu babayiğitlerin arkasında Türkiye Cumhuriyeti devleti kapı gibi duracak ki maliyetlerin bir kısmını bu babayiğitler devletin sırtına atabilsin. Öte yandan devlet, yabancı otomobildeki vergiyi arttırırken yerli otomobilden vergi almayacak ki yerli otomobilimiz yurtiçinde tercih edilsin. Bu destek ne demek? Daha fazla halkın sırtına vergi demek daha fazla borç demek… Varlık fonumuz bile Çin’den 5 milyar borç alırken…
Öte yandan varsayalım ki bu fikir tuttu ve yurtiçinde devlet desteğiyle otomobil ayakta kaldı, bu durumda halkımız yurtdışından otomobil almayacak ki buna yabancı otomobil firmalarından çok bizim Maliye Bakanı üzülür. Bugün yurtdışından bayi karıyla beraber 100.000 TL’ye gelen ithal arabadan hazineye 180.000 tl para kalıyor. Yanlış okumadınız. Yurtiçinde 280.000 TL’ye satılan bir otomobilin 180.000 TL’si ÖTV, gümrük vergisi, TRT payı ve KDV’den oluşuyor. Bu yerli otomobil fikri bu yüzden de hazineyi zorluyor. Bu ne demek? Bu da halka daha çok vergi demek…
Ha dersiniz ki “Yahu kocaman otomobil firması kuruluyor onlar vergi vermeyecek mi?” hem yerli hem milli… hemen sakinleşin, onlardan vergi alamayız, çünkü vergi aldığımız takdirde rekabet güçleri azalır. Bu maliyete katlanamazlar. Nedeni için önceki paragraflara bakınız. Bakın inşaat sektörü alarm veriyor diye 2017’de Cengiz İnşaat’ın 422 milyon tl kurumlar vergisini almadık. Bu babayiğitlere neler vermeyiz.
Yani yurtiçinde devlet desteğiyle başka bir ifadeyle bizim vergilerimizle ayakta kalabilecek bir otomobilden bahsediyoruz, peki yurtdışında? Bunu hiç sormayın çünkü yurtdışında bu arabanın ekstra ayrıcalıklar olmadan ayakta kalması için sadece fiyatta değil teknolojide rekabet etmesi şart. İşte geldik asıl probleme.
Pisa verilerinde son baştan sayılan bir ülkede, kendi dilinde okuduğunu anlayamayan bir gençlik yaratan eğitim sistemiyle, “ODTÜ yıkılsın, üniversite açılsın” diyen pırıl pırıl İnönü Üniversiteli’lerle, organik hoşaf projeleriyle, evrimi kaldıran müfredatla, üniversitelerin kapısına konan aydınlanmacı hocaların yerine şeytanla mücadele eden doçentleri getirip hangi teknoloji yoğun üretimi gerçekleştireceksiniz? Fen liselerinin içini boşaltıp, imam hatip liseleri açarak mı teknoloji yoğun üretim yapacaksınız? Dünyanın ilk 500 üniversitesi içinde tek bir Türkiye üniversitesi olmadığını biliyor muydunuz?
Bu ülkenin evlatlarının suçu değil bu! Öğrenciyi, taşrayı kalkındıracak müşteri gözüyle bakan her ile üniversite açmayı kalkınma sayan bu hükümet utansın. Biz utanmayalım…
Buraya kadar yerli otomobilin maliyetlerinden bahsettik, gelelim faydalarına… burası biraz daha kısa sürüyor maalesef.
Her şey yolunda gitti, canımızdan can gitti ve 3 yıl içinde bir yerli otomobil ürettik. Yurtdışına satamadık ama yurtiçinde kapış kapış gidiyor. Elimizde en çok 10 yıl içinde eskiyecek olan bir içten yanmalı motor üretim teknolojisi olacak. Yabancı elektrikli motor üretimini yaygınlaştıracak ve biz yine elektrikli otomobilleri ithal etmeye başlayacağız. Bu kafayla gidersek 40 yıl sonra halk dalkavuğu bir lider çıkacak ve elektrikli otomobil üretecek babayiğitleri açıklayacak.
E peki reis bunu bilmiyor mu?
Bilmez olur mu? Fakat dert yerli malı bir Toyota yaratmak değil ki… Şu anda AKP Genel Başkanı tamamen partisinin ve tabanının konsolide olmasına yoğunlaşmış durumda. Yerli otomobile de böyle bakın, otomobil 3 yıl içinde yürüsün yeter. Gerisini Almanya düşünsün… Uçuyoruz muhteremler…
E ne yapacağız? Yerli otomobilimiz olmasın mı?
Olsun elbet. Ancak gerçekten olsun… Devlet desteğiyle halkın sırtına binmiş vergilerle babayiğitleri zengin ederek değil. Gerçekten en ileri teknolojiyi kullanıp yurtdışında göğsümüzü kabartacak otomobilimiz olsun.
Peki nasıl yerli otomobilimiz olacak?
Laiklik sadece sosyal/politik bir mesele değil aynı zamanda ekonomik bir meseledir, öncelikle bunu anlamış bir iktidar kurarsak yerli otomobilimiz olur. Çünkü sorun yapısal, başka hiçbir reçete tedavi etmez. Bu topraklarda laikliğe rağmen kalkınma olmaz. Okuma yazma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor diyen adamcığı YÖK üyesi yapan bir anlayış teknoloji yoğun üretim yapamaz, zaten öyle bir derdi de yoktur.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik yerli otomobilin formülüdür.

Ekonomiden Hiç anlamayanlar için; Kriz "papaz" Krizi mi?

Eğer ki bu yazıyı okumak için tıkladıysanız ekonomi bilginiz konusuda hiç mi hiç iddialı
değilsiniz. Hoşgeldiniz, endişelenmeyin, yalnız sayılmazsınız.
Öncelikle ufkumuzu genişletmek adına bir soruyla başlayalım; 2001 krizi cumhurbaşkanı ile
başbakan arasındaki çıkan anayasa kitapçığı fırlatma gerilimi yüzünden mi patladı? Eğer bu
soruya evet cevabı veriyorsanız o halde şunları da cevaplamak gerekir; Anayasa kitapçığı
krizinden çok daha büyük ölçekli politik krizler neden bir ekonomik krizi tetiklemedi?
Örneğin Gezi İsyanı, 17-25 Aralık operasyonları, 15 Temmuz Darbe girişimi, Rusya uçak krizi vb… olaylarda neden bir ekonomik çöküş ile karşılaşmadık? Çünkü büyük finansal krizlerin hemen hepsi uygun ekonomik şartların oluşmasından sonra bir politik kriz ile patlıyor. Tıpkı kapalı bir odaya dolan gazın ancak bir kıvılcım ile patlaması gibi. Yani salt politik krizler bir ekonomik kriz yaratmaz, salt bir kıvılcımın patlama yaratmadığı gibi… Ekonomik krizin koşulları oluştuktan sonra bir politik kriz (Rahip Bronson vakası gibi) ekonomik çöküşü getirir.
2018 EKONOMİK KRİZİNİN GEÇMİŞİ NEDİR?
Bu soruya cevap verebilmek için biraz geriye 2008 Küresel ekonomik krizine dönmek gerekir. Bilindiği gibi kriz ABD merkezli gerçekleşmiş ve buradan tüm dünyaya yayılmıştı. ABD Merkez Bankası FED bu kriz ile beraber bizi de bağlayan çok önemli bir karar aldı. Faizleri 0’a indirdi. Bu karar ile FED şunu demektedir; ey tasarruf sahipleri, ey parası pulu olanlar, dolarlarınızı ABD bankalarına yatırmayın, size getiri sağlayacak çevre ülkelere gidin.
Bu kararın ardından FED’in yönlendirmesi başarılı oldu ve Türkiye gibi çevre ülkelere Dolar deyim yerindeyse aktı. 2010 yılı büyüme oranımız %8,9. Yeni veri setiyle hesaplandığında bu rakam %11-12 gibi astronomik bir rakamdır. (TUİK tüm ısrarlara rağmen yeni veri setini 2013 öncesine adapte etmedi) 2010 yılında bu ülkeye 44,6 milyar dolar net sermaye girişi gerçekleşmiştir. Bu rakamın büyüklüğünü anlamamız için bugün Yurtiçinde yerleşik bankalarımızın toplam dolar stoğu 191 milyar $, TCMB’nin net rezervlerinin ise 21 milyar $ olduğunu aklımızda bulunduralım. Büyüme izleyen yıllarda da devam etmiştir. Ancak ortada ki bu büyümenin finansmanı yabancı sermaye akımlarıdır.
2010 yılından beri Türkiye’nin saygın iktisatçılarının tümü bu sermaye girişinin verimli kullanılması gerektiğini, gerekli yapısal reformların hayata geçirilmesi gerektiğini, cari açığın kapatılması gerektiğini aksi halde FED faiz arttırmaya başladığında Türkiye için bir felaket olacağını söyleyip durdular. Bu esnada sarayın etrafını Cemil Ertem, Yiğit Bulut gibi iktisatçılar doldurmuştu. Tüm bu uyarıları yapanlara edilmedik hakaret bırakılmadı.
2013’te Morgan Stanley yatırımcıları uyaran, Dünya’daki sermaye hareketlerine en hassas olan 5 ülkesini yayınladı ve bu ülkelere “Kırılgan 5″li adı verildi. Listeye 2013 yılında Hindistan, Brezilya, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye girdi. Ülkelerin ortak özellikleri kendi milli gelirlerine kıyasla çok fazla cari açık vermeleri, bu sebeple sermaye girişlerine muhtaç olmalarıdır. Daha sonra Morgan Stanley listeyi her yıl revize etti. Kırılgan 5’li listesinde sadece tek bir ülkenin adı hiç değişmedi. Türkiye…
 CARİ AÇIK NEDİR?
Bir ülkenin dış ülkelerle yaptığı tüm ekonomik ilişkileri gösteren bilançoya Ödemeler Dengesi adı verilir.  Ödemeler Dengesi;
1. Cari işlemler hesabı
2. Sermaye ve finans hesabı
3. Resmi rezervler hesabından oluşur.
Eğer Cari İşlemler Hesabınız negatif kalanlıysa bunun anlamı cari açık verdiğinizdir. Eğer cari açık veriyorsanız aşağıdaki üç ihtimalden biri, ikisi veya üçüyle karşı karşıyasınızdır:
1. Ülkenin mal ve hizmet ihracatı, mal ve hizmet ithalatından düşüktür.
.
2. Yabancı sermayenin ülkenizde elde ettiği kar ve faiz gelirleri, sizin yerli sermayenizin yurtdışından elde ettiğiniz kar ve faiz gelirlerinden büyüktür.
3. Ülkenizden karşılıksız biçimde diğer ülkelere para transferleri bulunulmaktadır.
Türkiye’nin Cari işlemler hesabı incelendiğinde bu 3 kalemin tamamının da oluştuğu görülür. Yani Türkiye, sattığından çok almakta, bunu borçla finanse ettiğinden dışarıya faiz ödemesi yapmakta, bunun üzerine dış ülkelere karşılıksız yardımlar götürmektedir. 2018 yılında cari açığımızın 52 milyar $ olması bekleniyor. Bunun anlamı 52 milyar $ değerinde dışarıdan girecek sermayeye ihtiyacımız bulunuyor. Velev ki böyle bir sermaye girişi gerçekleşmedi, bu durumda ülke kontrolündeki Dolar miktarı kıtlaşıyor, Dolar kıtlaştıkça değeri artıyor. Peki yabancı sermaye girişi için ne gerekiyor? Yabancı sermayenin getirisini arttıracak faiz oranları…
Basit bir örnekle açıklayalım; ailenizin geliri 4000 TL olsun. Buna karşılık giderleriniz 6000 TL. Aradaki 2000 TL’lik açık kadar borca ihtiyacınız var. Bu sebeple bankadan ihtiyaç kredisi çektiniz. Şimdi bu krediyi ödemek için 3 yolunuz kalacaktır. Ya gelirinizi arttırmalı, ya giderinizi kısmalı ya da borcunuzun vadesi geldiğinde yeni bir borçla refinansman yapmalısınız.
Türkiye uzunca bir süredir 3. yolu tercih ediyor. İthalata ve yabancı sermayeye bağımlılık yerli ve milli hükümetimizi hiç rahatsız etmedi. Dışarıdan gelen kaynaklar ise büyük bir politik gösteriye dönüşen inşaat yatırımları için kullanıldı. Bu sayede bir önceki yazıda bahsettiğimiz hükümet etrafında kümelenmiş rantçı bir müteahhit grup yaratıldı. Cari açığın büyümesine sebep olan ithalat kalemlerinin içeride üretilmesi için kayda değer bir adım atılmadı.
FED FAİZ ARTTIRIRSA NE OLUR?
Riskin böylece arttığı ancak sokaktaki vatandaş için işlerin güllük gülistanlık göründüğü 2014 yılında FED 2 yıl içinde faiz arttıracağını, çevre ülkelerin buna hazırlıklı olması gerektiğini söyledi ve dediğini de yaptı. FED 2016’dan beri kendi faizlerini peyderpey arttırmaktadır. Nasıl ki FED’in faizlerini 0’a indirmesi doların çevre ülkelere akmasını sağlarsa, FED’in faizleri yükseltmesi de doları çevre ülkelerden çağırması anlamına gelmektedir. Böylece 2016 ile beraber eski güzel günler geride kalmaya başladı. FED faiz arttırdıkça doların ülkemizden gitmemesi için biz de faiz arttırdık. Fakat FED ile girdiğimiz bu faiz yarışında çok ciddi bir açmaza sürükleniyorduk. En verimli sektörümüz inşaattı, bol para getiriyordu, bu sebeple tarım ve sanayiyi umursamamıştık ancak faizler arttıkça müteahhitler iflas etmeye başladılar. Tasarruf sahipleri paralarını konut alarak değil, bankaya vadeli mevduat hesapları açarak değerlendirmeye başladıkça Ağaoğlu, Fi yapı, Cengiz, Limak, Sancak gibi dev inşaat firmaları bile zor günler geçirmeye başladı. Buna karşılık kamunun verimli kaynakları bu şirketlere peşkeş çekilmeye başlandı. Bu şirketlerin vergi ayrıcalıkları incelenmeye değer. 2016 vergi uzlaşma rakamları aşağıdadır.
Liste incelendiğinde görülecektir, listedeki gerçek kişilerden 2’si Sabancı’dır ve Akbank ve Ak Sigorta adlı tüzel kişilikler Sabancılarındır. Berat Albayrak’ın Güler Sabancı’yla tatlı atışmaları boşa değil demek ki.
Cengiz İnşaat’ın 422 milyonluk vergi borcunun tamamı tek kalemde silinmiştir. Keza Albayrak Gayrimenkul’un vergi borcunun %97.8’i uzlaşma yoluyla silinmiştir.
2016 geride kalırken inşaatın bekası, ülke bekası haline gelirken birbiri ardını takip eden seçimler de bütçe açıklarına yol açıyordu. Bütçe açıkları da borçla finanse ediliyor, bu durum faizlerin daha da artmasına sebep oluyordu. Ancak bolluk dönemi geride kalmıştı. Dolar değerlenmeye devam etti.

2015 başında 2,2 TL olan dolar kuru, 2016 geride kalırken 4 TL sınırına dayanmıştı. Daha sonra 2017’de Yiğit Bulut “Bu insanlara 3,9’dan dolar aldıranlar, hani 4 oluyordu, hani 5 oluyordu, şerefsizsiniz siz” diyecektir. Yiğit Bulut’un sarf ettiği bu sözlerin ardından 1,5 yıl geçti Dolar bugün 7 TL bandında.
NE OLACAK?
Ülkenin tamamına yaygın bir korku iklimi olsa da pek çoğumuz gündelik hayatımızın bu krizden nasıl etkileneceğini tahmin edemiyoruz. Yönetenler de bir tedbir programı açıklayabilmiş değiller. Ancak senaryoyu daha da kötüleştirmeden başımıza gelecekleri özetleyelim.
1. İthalat kalemlerine zam gelecek
Sanayi üretimimiz petrol ve makinalar yüzünden ithalata bağımlı. Doların değerlenmesiyle ithalatın maliyeti artacak, buna dayanamayan KOBİ’lerin bir kısmı batacak ve işsizlik artacak.
2. Temel gıda malları zamlanacak
Çiftçinin üretimini devam ettirmesini sağlayan temel girdilerden olan mazot, gübre tarım ilaçları ithalat kalemleridir. Dolayısıyla tarım ürünlerinin tamamında fiyat artışları gözlenecek.
3. Yatırımlar azalacak, işsizlik artacak
Bu atmosferden doğru çıkış yolunu gösteremeyen ve dış güçler masalına devam eden iktidar güvensizliği körüklüyor. Doların nereye kadar yükseleceğini öngöremeyen yatırımcılar yatırım yapmaktan imtina edecek, işsizlik ve yoksulluk artacak.
4. Vergiler artacak
Hayatta kalması elzem olan sektörlere gelen vergi afları ve ayrıcalıkları finanse edebilmek adına zorunlu mallara konan KDV vb. dolaylı vergiler artacak. Su, elektrik, doğalgaz, gibi faturalar vergiler yüzünden fahiş hale gelecek.
5. Kamu harcamaları kısılacak
Sosyal yardımlar başta olmak üzere, kamu personel alımları vb. gibi verimsiz kalemler azaltılarak buradan tasarruf edilen kaynak sermaye sahiplerini teşvik için kullanılacak.
Hepimizi zor günler bekliyor. Rahip Brunson konusuna gelecek olursak, bu mesele görüldüğü gibi sadece bir kıvılcımdan ibarettir…

Faiz Haram mıdır?

Derslerde devlet borçlanmasını anlatırken öyle zorlanıyorum ki... Söz illa dolanıyor ve faizin neden yükselip alçaldığına, faizin nedenlerin...