Faiz Haram mıdır?

Derslerde devlet borçlanmasını anlatırken öyle zorlanıyorum ki... Söz illa dolanıyor ve faizin neden yükselip alçaldığına, faizin nedenlerine ve sonuçlarına, dahası faizin ne olduğuna geliyor. Bunlar konuşulurken, muhafazakar olduğu giyim kuşamından belli olan öğrenciler bir sıkılıyor, yüzleri ekşiyor. Zira laf "Faiz nedir" sorusuna geldiğinde bir tanesi çıkıyor ve "haramdır" diyor.

Ben fıkıhçı değilim, neyin haram neyin helal olduğunu okuduğumdan yola çıkarak yorumlayabilirim, bu da ancak beni bağlar. İnsanlara bence böyledir diye anlatacak iddiada değilim. Ancak neden haramdır diye sorunca şu cevabı alıyorum ve fıttırıyorum.

-Çünkü hocam, emek ile kazanılmıyor. İnsanın kazandığı parada emek olması gerekiyor.

Şimdi şu ders işine bir mola verelim, emek girdisinin elde edilen gelirle ilişkisini inceleyelim. Eğer elde ettiğiniz gelirin içinde sizin veya yanınızda çalıştırdığınız bir kimsenin emeği yoksa bu tip gelirlere "İRAT" adı veriliyor. Meşhur vergi hukukçusu Nurettin Bilici bu kavramın "İrat-Yan Gel Yat" diye tekerlemesini bile uydurmuş.

Nedir bu iratlar? Bizim Gelir Vergisi Kanunu'muzda 2 adet irat var. Bunlar;

- Menkul Sermaye İradı (Faiz, karpayı, temettü)
-Gayrimenkul sermaye İradı ( gayrimenkul kiraları)

Geri dönelim, faiz neden haramdır sorusuna "ancak içinde emek yoktur" diye cevap veren öğrenciye...

İşte bak, gayrimenkul sermaye iradı veya karpayı, temettü gibi iratlarda da emek yok.

Cevap hiç değişmiyor. "Ancak, gayrimenkulü satın alırken zamanında emeğimizle kazandığımız parayı kullandık"

E peki, "Ben de emeğimle kazandığım parayla bir vadeli mevduat hesabı açtırdım, çatır çatır faizini yiyorum". Var mı bunun ev kirasından farkı? Hz. Peygamber zamanında ev kiralamak diye bir hadise olmadığı için şimdi ev kirasına helal diyorsunuz, bu benim dedemin, şarap dışındaki içkilere haram değildir demesine benziyor.

Varsa konuya dair bilgisi veya fikri olan yorumlara yazsın da, ben de bu sorunu kafamda halletmiş olayım.




En Basit Biçimiyle; Enflasyon Nedir ve Enflasyonla Nasıl Mücadele Edilir?

Ekonomi eğitiminde çok verilen bir örnektir.  Sadece yumurta üretip, yumurta tükettiğimizi hayal edelim.  Toplamda 100 adet yumurtamız, buna karşılık piyasada dolaşan para ise toplam 100 tl olsun. Bu durumda 1 yumurtanın fiyatı 1 TL olacaktır. 

1. ADIM: 100 Yumurtaya karşılık dolaşımdaki para 100 TL ise => 1 Yumurta 1 TL olur. 

BANKALAR PİYASAYA PARA POMPALARSA NE OLUR?

Şimdi bu piyasaya bankaların kredi pompaladığını ve dolaşımdaki parayı 200 TL'ye çıkardığını düşünelim. Bu durumda 1 yumurta 2 TL olacaktır. 

2. ADIM: 100 Yumurtaya karşılık dolaşımdaki para 200 TL ise => 1 Yumurta 2 TL olur. 

İşte en basit ifade ile parasalcı tezlere dayanan enflasyon bu şekilde açıklanabilir. Dikkat ederseniz, piyasaya pompalanan para bizi zenginleştirmedi. Aksine cebinde 1 lirası olan sabit ücretliler eskiden 1 yumurta alabilirken yeni durumda ancak 1/2 yumurta almaya başladı. Aşağıdaki grafikte Türkiye bankacılık sisteminin kredi/mevduat oranlarını görüyorsunuz. İyi işleyen bir piyasada bu grafiğin yatay seyretmesi gerekirdi. Ancak Türkiye'de bankaların piyasadan topladığı mevduata göre piyasaya pompaladığı kredi yıldan yıla artmaktadır. Yani ülkece, üretmediğimiz bir parayı bankalardan borçlanmayı tercih etmişiz. 



DEVLET BÜTÇE AÇIĞI VERİRSE NE OLUR? 
Şimdi sadece yumurtadan oluşan piyasamıza geri dönelim ve bu piyasaya Devlet aktörünü ekleyelim. Devlet sunduğu hizmetler nedeniyle para harcar ve harcadığı parayı yine piyasadan toplar. Eğer ki harcaması gelirlerini aşarsa bu duruma "Bütçe Açığı" denir. Dikkat ederseniz bütçe açığı da piyasadaki para miktarını arttıracaktır. Zira devlet aktörü piyasaya harcamalar yoluyla para aktarmış, ancak aktardığı kadar para toplamamıştır. Örneğin, 200 TL'nin dolaşımda olduğu piyasamızda devlet 50 TL bütçe açığı vermişse, dolaşımdaki para 250 TL olur. O halde 100 yumurta üretilen piyasada 1 yumurtanın fiyatı 2,5 TL'ye çıkacaktır. 

3. ADIM: 100 yumurtaya karşılık dolaşımdaki para 250 TL ise => 1 Yumurta = 2,5 TL 

2018'in Ocak-Ağustos ayları içinde Türkiye'nin bütçe açığı 50,763 milyon TL'dir. Yani piyasada devletten kaynaklı fazladan 50 milyar TL kadar para bulunuyor. 

Örneğimizi adım adım özetleyelim. 
1. ADIM: 100 yumurtaya karşılık 100 TL'miz vardı --> 1 Yumurta=1 TL
2. ADIM: 100 yumurtaya karşılık Bankalar piyasaya para pompaladı artık 200 TL'miz var --> 1 Yumurta = 2 TL
3. ADIM: 100 yumurtaya karşılık devlet 50 TL bütçe açığı verdi artık 250 TL'miz var. --> 1 Yumurta= 2,5 TL

Aslında mesele kaç paranız olduğu değil, kaç yumurtanız olduğudur. Peki bu durumu tersine çevirmek için ana akım ekonomi bilimi ne diyor?

1. Düşük faizle piyasaya para pompaladın, bunu durdur. Faizi yükselt böylece kredileri azalt, mevduatları çoğalt. (Sıkı-Daraltıcı Para Politikası)

2. Devlet yaptığı harcamaları finanse edecek kadar vergi toplamalı. Harcamaları kıs, vergiyi arttır, bütçe açığını kapat. (Sıkı - daraltıcı maliye politikası) 

Halk arasında bu politikalar "kemer sıkma politikaları" deniyor. İşin özü piyasada yumurta karşılığı olmayan ve piyasaya suni yollarla birilerinin cebine giren 150TL'lik paranın azalması lazım. Bu da küçülme demek oluyor. Yani birilerine ekonomi yönetimi bir "acı reçete" içirecek. 

Şimdi mesele o birilerinin kim olduğudur. Krizin sebebi olan ve obezleşen finans burjuvazisi ve rantçı müteahhitler mi? Yoksa üretici güçler olan emekçiler mi? 

twitter => @ozngndgdu
E-Mail => ozngndgdu@gmail.com




TÜİK, Ali Koç ve Güvenmenin Anlamı

"Süper Lig'de 8. haftanın sonunda 19 şampiyonluğu olan Fenerbahçe takımı küme düşme bandında. Şimdi bir düşünelim, bu durum Aziz Yıldırım zamanında olsaydı ne olurdu, Ali Koç zamanında oldu ve ne oluyor? Taraftarlar Ali Koç'a güveniyor ve hala takıma kredi açmaya devam ediyor. Çünkü takımlarının bir kurumsallaşma sürecinde olduğunu düşünüyorlar. Gelecek beklentileri iyi olduğu için Fenerbahçe bir yönetim krizi yaşamıyor. "


TÜİK her ayın 3'ünde bir önceki ay gerçekleşen enflasyonu ve buna bağlı olarak yıllık enflasyonu açıklıyor. 3 Ekim'de TÜİK tarafından açıklanan enflasyon yıllık bazda %24,5 olarak gerçekleşti. Bu rakam son 15 yılın en yüksek enflasyon rakamıdır. Öte yandan TCMB verilerine göre TL'nin eylül 2018 itibariyle reel efektif kur 61.62 olarak gerçekleşti. Bu rakam ise Cumhuriyet tarihinin en düşük kur seviyesidir. Başka bir deyişle TL tarihinin en ucuz, en değersiz günlerini yaşıyor.

Bu atmosferde 5 Ekim 2018 günü TÜİK'in enflasyon verilerinin takip eden birimin başındaki TÜİK Başkan Yardımcısı Enver Taştı görevinden alındı. Türkiye'de liyakat, yargı bağımsızlığı gibi konularda şaibe olmasaydı, bu görevden alma çok da gündem olmayabilirdi, ancak hele hele 15 yılın en yüksek enflasyon verilerinin açıklandığı günün ertesinde böyle bir işlem TÜİK'e güveni azalttı.

Çevremden gözlemlediğim kadarıyla TÜİK'in önemi pek de kavranmış değil. Halbuki TÜİK'in açıkladığı verilere göre işçi ve memur zammı belirlenmektedir. Eğer gerçekte daha yüksek bir enflasyon olmasına rağmen TÜİK düşük enflasyon açıklıyorsa işçi ve memur kesimi enflasyon karşısında göz göre göre zayıflar. Bu durum meselenin sosyal boyutu.

TÜİK'in daha büyük önemi ise meselenin ekonomik boyutunda gizli. Özellikle Anglo-Sakson Kapitalizminin finansallaşmasıyla, artık piyasaları Londra'da City gibi ABD'de Wall Street gibi finans merkezleri belirliyor. Bu finans merkezleri ise yatırımlarını gelecek beklentilerine göre yapıyor. Bunun anlamı şu; örneğin Türkiye'de beklenen enflasyon yıllık %30 olursa Türkiye piyasasında faizlerin en az %35-40 bandında olması beklenir ki, enflasyon arttıkça bu makas da artar. Yani beklenen enflasyon %40 olursa faiz makası %50'ye doğru genişler. Piyasa önünü göremezse faiz beklentisi de aynı oranda artacaktır. Bu bilgiler ışığında TÜİK'in "bir şekilde" düşük enflasyon açıklaması faydalı gibi görünebilir ancak eğer ki TÜİK verilerinde şaibe oluşursa piyasa TÜİK'i bir kenara koyup kendi "fısıltı gazetesiyle" fiyatlama yapar, bu da piyasanın hiç bir otoriteyi tanımadığı korkunç bir kriz anlamına gelir. Kimse beklenen enflasyonun belli olmadığı bir piyasada parasını TL'de tutmak istemez. TÜİK işte bu fısıltı gazetesinin önüne geçen son derece önemli bir kurumdur. "Merkez Bankası'nda hiç para kalmamış, işsizlik aslında %50'ymiş, Enflasyon seneye %80 olacakmış" gibi söylentilere piyasalar inanırsa finansman ihtiyacı olan bizim gibi bir ülke sefil olur.

Dolayısıyla piyasayı yönlendiren şey de krizi yaratan şey de aslında "his"tir. Ama rasyonel ama irrasyonel olarak yaratılan hisler belirler finansal piyasaları. Örneğin herkes dolar/TL kurunun yükseleceğini düşünüyorsa, gerçekten dolar/TL kuru yükselir. Zira insanlar bu durumda Dolar satın alırlar.

Süper Lig'de 8. haftanın sonunda 19 şampiyonluğu olan Fenerbahçe takımı küme düşme bandında. Şimdi bir düşünelim, bu durum Aziz Yıldırım zamanında olsaydı ne olurdu, Ali Koç zamanında oldu ve ne oluyor? Taraftarlar Ali Koç'a güveniyor ve hala takıma kredi açmaya devam ediyor. Çünkü takımlarının bir kurumsallaşma sürecinde olduğunu düşünüyorlar. Gelecek beklentileri iyi olduğu için Fenerbahçe bir yönetim krizi yaşamıyor.

Ekonomi yönetimine, hükümete, kurumlara güven de aynı şekilde sonuçlanır. Enflasyon rakamlarını açıklayan kişinin görevden alınması her ne kadar bilimsel verileri açıklıyor olursanız olun, güven zedeler, krizi derinleştirir ve ipleri spekülatörlerin eline verir.

Kurtuluş Savaşı'nın Ekonomiden Anlamayan Maliye Bakanı Hasan Fehmi Ataç ve McKinsey

Hasan Fehmi Ataç ve McKinsey

Cumhuriyetin kuruluşunda yer alan kurucu kadroların pek azı iktisatçıdır. Maddi yoklukların bu denli ağır olduğu örnekler tarihte nadiren bulunabilir. Buna karşılık bu dönemin yönetim kadrosunun “iktisatçı” olmaması incelenmeye değer. Bu kadro içinde iktisatçı olup da en bilinenleri rahmetli Celal Bayar. Ancak Cumhuriyetin ilk Ekonomi Bakanlığı koltuğunda oturan Hasan Saka’yı anmadan geçmemek gerekir. Hasan Saka Kurtuluş Savaşı yıllarında aynı zamanda Maliye Bakanlığı da yapmış. Görevinden ayrılmak isteyince, Mustafa Kemal, Hasan Saka’dan yerine “maliyeden anlamayan birisini” bulmasını istemiş. Hasan Bey’in götürdüğü bir kaç ismi kabul etmeyen Mustafa Kemal, Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Ataç’ı duyunca “Tamam” demiş.

Hasan Fehmi Bey, gerçekten ne maliyeden, ne de ekonomiden anlamayan bir isim. Öte yandan kendisinin düzenli bir öğrenimi dahi bulunmuyor. Esasında tam da Mustafa Kemal’in aradığı cinsten “Maliyeden anlamayan biri”... Birgün ordu kumandanları hizmetlerine 10 araba isteyince Hasan Fehmi Bey kumandanlara “Otomobiller İzmir’de, Yunanlıların elinde, gidip alabilirsiniz” diyor. Özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinin ekonomik yokluklarını anlatan kıssalar anlatmakla bitmez. Hasan Fehmi Bey’in de en büyük hizmeti işte bu zor şartlarda Büyük Taarruz için gereken geliri toplayabilmek olmuştur. İcabında Osmanlı Bankası müdürünü tehdit ederek…

Öte yandan Cumhuriyetin kuruluş yılları (1923-29) ve daha sonraki korumacı sanayileşme dönemi (1930-1939)  adeta bir ekonomik mucizeyi andırır. Özellikle kuruluş yıllarındaki büyüme hızları dudak uçuklatacak cinsten… 1924-1929 yılları arasındaki yıllık ortalama büyüme hızımız %10,95 oranında. Bu durumun altında yatan en büyük sebep savaşlar yüzünden askerde olduğu için tarlasını süremeyen çiftçinin cumhuriyetle beraber tarlalarına dönebilmesi ve böylece tarımsal hasılanın yılda ortalama %15,92 büyümesi olmuştur. Ancak Cumhuriyetin ekonomi ülküsü hammadde ihracatçısı bir tarım ülkesi olmak değil, bir sanayi ülkesi kurabilmektir. Zira Osmanlı’nın son dönemini gören cumhuriyetin kurucu babaları, hammadde ihraç edip sanayi ürünü ithal etmenin bedelini çok yakından deneyimlemişlerdi. Bu sebeple cumhuriyetin ilk yıllarında sanayileşmek için özel kesime çok büyük iltimaslar geçiliyor. Öyle ki 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkıyor. Ancak 1929 Büyük Ekonomik Buhranı patlak veriyor...
Başta da belirttiğimiz gibi cumhuriyetin kurucu kadroları iktisatçı değillerdi. Bu haliyle mevcut ekonomi yönetimi deneme yanılma yöntemi ile hallolunmuştur. Kuruluş yıllarında özel kesimden sanayileşmek için beklenen verim alınamayınca, 1930’lu yıllarda yüksek gümrük vergileri ile yerli üretimi koruma altına alma yolu deneniyor.  Ancak yine de beklenen sanayileşme hamlesi gelmeyince, 1932 yılından itibaren ekonominin yuları kamu yatırımları ile idare edilmeye başlanıyor. Bu yatırımları finanse etmek için Etibank ve Sümerbank kuruluyor ve ilk kez 1934-1938 yıllarını kapsayan “Birinci 5 yıllık Sanayi Planı” devreye sokuluyor. O yıllardaki sanayileşme hızlarını cumhuriyet dönemi boyunca bir daha yakalayamadık, sanayi büyümesi hızları şu şekilde;
1934- %18
1935- %8,6
1936- %11,1
1937- %13,4
1938- %6,2
1939- %19

Şimdiki liberaller böyle şeyler duyduklarında tüyleri diken diken oluyor. Kamu yatırım yapar mıymış? Bal gibi de yapar… Anadolu’nun her köşesine kurulan KİT’ler bulundukları muhitlerde sinema, tiyatro, opera ve kütüphaneler götürdüler. Bizim ülkemizde kamu kesimi eliyle yürütülen iktisadi faaliyetler, bu toprakların ihtiyacına dönük ve bu topraklara özgü iktisadı aklın eseriydi. Bugün şeker fabrikalarının, Türkiye kömür işletmelerinin, demir çelik, tekstil ve TEKEL fabrikalarının tarihi incelense Anadolu insanının zenginleşmesinde ve yurttaşlık bilinci kazanmasında çok büyük katkıları olduğu görülür. Yeter ki aklınızı, hayal gücünüzü kısıtlayan kompleksleriniz olmasın, özgücünüze güvenin. Bizim ülkemiz de hala kendi kalkınması için bu topraklara özgü bir model geliştirebilir.

1934-38 yıllarında uygulanan “Birinci 5 yıllık Sanayi Planı” son derece başarılı olunca hemen ardından uygulanmak üzere 2. plan hazırlanır. Ancak dünya savaşı başladığı için plan uygulanamaz. Ülkenin ihtiyaç duyduğu emek gücünün büyük kısmı silah altına alınır, kamu giderlerinde başı savunma harcamaları çekmeye başlar. Bu şartlar altında köy kalkınması için 5 Haziran 1942’de TBMM’de “köy okullarını ve köy enstitülerini teşkilatlandırma kanunu” görüşülür. Kanun 18 yaşını doldurmuş ve 60 yaşını geçmemiş köy ahalisinden kadın ve erkeklerin yılda 20 gün Köy Okulunun imarı için çalıştırılmasını içeriyor. Bunun üzerine görüşmeler devam ederken milletvekili Sinan Tekelioğlu “Kadınlar, zayıf ve naif bünyeli insanlardır, ancak mecburiyet karşısında böyle zirai işlerde çalıştırılabilir” diyerek kanuna muhalefet ediyor. Ardından meclisin ilk kadın milletvekillerinden Erzurum milletvekili Nakiye Ergun kürsüye çıkarak “Türk Kadını Sinan arkadaşımızın bahsettiği gibi aciz, nazik bünyeli insanlar değildir. İcabında vatan savunmasına gittiği gibi köy okullarının imarını da yapabilecek kudrettedir” diyerek Sinan Tekelioğlu’na cevap veriyor. Kanun 19 Haziran 1942’de TBMM’de onaylanıyor. Bu tarihten 57 yıl sonra 18 Mart 2009’da çok methedilen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, işsizliğin nedeninin iş arayan kadınlar olduğunu söyleyebildi. Nüfusumuzun yarısı kadın ve kadınlarımızın %60’tan fazlası iş dahi aramıyor, üretime katkı koymuyor. Bu anlayışla kalkınma mümkün müydü? Olmadığını acı şekilde tecrübe ediyoruz. Biz üretmek yerine borç almayı tercih ettik. Ancak Kurtuluş Savaşı’mızın Maliye Bakanı Hasan Fehmi Ataç büyük zaferden 3 ay sonra meclis kürsüsünde bakın ne diyor?

“Efendiler, biz ne Londra’da, ne Paris’te, ne de Avrupa’nın hiç bir yerinde istikraz (borç) teşebbüsünde bulunmamışızdır. İstikraz teşebbüsünü icap ettirecek ne bir teklif, ne de bir kelime dahi sarfetmemişizdir… Taarruzdan evvel, askeri hazırlıklar için fazla sarfiyat dolayısıyla, geliri müsait olmayan birkaç vilayette memurların bir iki maaşı askıda kalmıştı. Bugün bunları da tamamen ödedik...
Ecnebi sermayesine karşı ise Türkiye’nin hiçbir buğz-u adaveti (kini,nefreti) yoktur. Ancak 20. asrın ortasında kendimizi hiç bir devletten geri görmediğimiz gibi hiç bir milletten aşağı şartlar kabul ederek Türkiye’yi esirler ülkesi haline getiremeyiz”

Ancak bu konuşmanın ardından yaklaşık 100 geçiyor ve bugün borçlarımız yüzünden faiz artsın mı, dolar düşsün mü diye ruhsuz biçimde ahkam kesiyoruz.
Bugün 80 milyon insan kendi hayvanına yetecek samanı üretemiyorsa, bu durum iktisat bilmediğimizden mi, yoksa ruhsuzluğumuzdan mı kaynaklanıyor, bu soruyu bir düşünmek gerekir.

Bakın yazıda nakledilen örneklerin tamamında bir “ruh” bulunuyor. Velev ki Kurtuluş Savaşı sırasında, 29 Buhranında veya 2. Dünya Savaşı yıllarında McKinsey adlı şirketten danışmanlık hizmeti alsaydık yukarıdaki ruhu yakalayabilir miydik? McKinsey çalışanları mutlaka kalibreli insanlardır, ekonomik göstergeleri iyi takip ederler, bu bilimin gerektirdiklerine son derece vakıflardır. Ancak ekonomi biliminden hiç de anlamayan  Kurtuluş Savaşı’nın Maliye Nazırı Hasan Fehmi Ataç’ta olan devrimci ruhu “McKinsey”de bulamazsınız. McKinsey’den danışmanlık alan anlayış “tam bağımsızlık tam barbarlıktır” diyen kompleksli, kendi özgücüne güvenmeyen komprador bir akıldır. Ve maalesef bu akıl bu yurdun kurduğu en değerli kurumlardan DPT’yi, TODAİE’yi kendi aklına güvenmediği için “21. yüzyılda plan mı olurmuş, kamu yatırım yapar mıymış” diyerek kapattı. Bunları yaparken TEKEL’i TürkTelekomu, TÜPRAŞ’ı madenleri ve limanları, DemirÇelik ve Tekstil Fabrikalarını ve son olarak Şeker Fabrikalarını sattı. Halbuki bu fabrikalar “bu topraklara özgü iktisat aklının” en ileri örnekleriydi.

Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını sallar derler. Bu toprakların iktisadından en iyi anlayanlar fikri zikri ne olursa olsun yine bu toprakların çocuklarıdır. Ha derseniz ki, “borç bulmamız lazım, bize güvenmiyorlar, McKinsey bize referans olursa borç bulabiliriz” o zaman siz bilirsiniz.

Ancak 5-10 tane ensesi kalın kalantor batmasın diye, Ali Ağaoğlu’nun Rolls Royce’ları, Kolin İnşaat’ın cirosu, ihale kralınız Mehmet Cengiz’in Londra’daki gayrimenkulleri, LİMAK holding’in 3. havalimanından topladığı milyar dolarları azalmasın diye bu ülkede emeği ile geçinen milyonları bir tarafa koyacaksanız (ki McKinsey’den alınan danışmanlık alınterinin hakkını koruyacak değildir) bu ülkenin 100 yıllık iktisat aklına ihanet edersiniz. Belki yine oy alır, yine saltanatınızı korursunuz, ancak tarih, iktisattan hiç anlamayan Hasan Fehmi Ataç’ı bir yere iktisattan “oldukça iyi anlayan” McKinsey’i başka bir yere koyar…

Zira “cumhuriyet fazilettir” ...



Enflasyonun vergi gelirlerine yansıması: Tanzi Etkisi nedir?

İktisat Tarihçisi Samuelson enflasyonu şöyle tanımlıyor. 

"Enflasyon, saçı gür bir kişinin 5 liraya traş olurken saçı döküldükten sonra 10 liraya traş olmasıdır"

Bu haliyle fiyatlar genel düzeyindeki artışlar, kişiler tarafından anlamlandırılamaz. Kişiler fiyatları yalnızca maliyetiyle hesap etmek eğilimindedir. Bu sebeple örneğin berber fiyatlarındaki zammı fırsatçılık olarak nitelendirirler. Öyle ya, berberin maliyetinde nasıl bir artış olmuştur. Halbuki berber sunduğu hizmete zam yapmazsa kendi reel geliri enflasyon karşısında erir. Dolayısıyla önemli mal sepetlerindeki artış, doğrudan bütün piyasaya intibak eder. Bu haliyle enflasyon bir fasit döngüdür. 

Peki bu durumun vergi gelirleri üzerindeki yansıması ne olacaktır? Bu soruyu cevaplandırabilmemiz için vergilendirme sürecini kısaca bilmemiz gerekir. Vergilendirme süreci 4 aşamadan oluşuyor. Bunlar
1. TARH: verginin hesaplandığı aşama
2. TEBLİĞ: hesaplanan vergi borcunun mükellefe bildirildiği aşama
3. TAHAKKUK: Verginin ödenebilir olduğunun vergi dairesince tespit edildiği aşama
4. TAHSİL: Vergi borcunun ödendiği aşama. 

Dikkat ederseniz, vergi borcu doğduktan sonra vergi borcunun ödenmesine kadar belli biz zaman geçmektedir. Örneğin bir sermaye şirketi 2018 yılındaki kazancın Kurumlar Vergisini 2019 Nisan ayında öder. 

Ancak paranın bir zaman değeri bulunmaktadır. Bu süre içinde yaşanan enflasyon paranın alım gücünü düşürecektir. Dolayısıyla kişilerin ödediği verginin reel değeri de bu süreçte yıpranır. Bu duruma TANZİ ETKİSİ veya Tanzi-Olivera etkisi adı veriliyor. 

Yani enflasyon yalnızca hanehalkına ya da firmalara zarar vermiyor, aynı zamanda devletin gelirlerini de yıpratıyor. Öte yandan aynı devletin yaptığı harcamalar da enflasyon yüzünden nominal olarak artacaktır. Örneğin, artık cumhurbaşkanlığı'nın elektrik, ısınma giderleri daha pahalı hale gelmiştir. Bunun da bütçeye olumsuz yansıması olur. Enflasyon yüzünden kamu harcamalarındaki bu tip bir görünüşte artışa da TERS TANZİ ETKİSİ adı veriliyor. 

Duesenberry etkisi ve finansal krizin ayak sesleri

Son zamanlarda çokça popüler oldu, fizikçiden iyi iktisatçı olur denmeye başladı. Bir yere kadar haklılık payı yok değil, fizik gibi doğa bilimleriyle uğraşanlar iktisadi değişkenleri matematik ile kavrayıp, kuvvetli ekonomik modeller oluşturabiliyorlar. Ancak iktisat bundan öte bir sosyal bilim değil midir? Bu yazıda iktisadın neden bir sosyal bilim olduğunu Duesenberry etkisi ve finansal kriz riskleri üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Evvela kavramı tanımlayalım. Duesenberry Etkisi özetle, gelir artarken insanların tüketiminin de artacağını ancak gelir azalırken tüketimin aynı hızda azalmayacağını, dolayısıyla gelir azalırken kişilerin tüketim eğilimlerinin artacağını iddia eden tezin adıdır.

Peki bu durumun altında yatan sebepler nelerdir? Basit bir ifadeyle, tüketim düzeyi kişilerin refahlarının arttığının en somut göstergesidir. Gelir artışı ile birlikte kişiler refahlarını yani tüketimlerini arttırmak için hiç oyalanmazlar, ancak aynı kişiler gelirleri azalırken tüketimlerini yani refah düzeylerini azaltmak zorunda kaldıklarında zorlanırlar. Başka bir ifadeyle tüketimi azaltmak, tüketimi arttırmaktan daha zordur. Bu durumun analizleri ise elbette sosyal yapı ile ilgilidir. Kişiler mal ve hizmetleri satın alırken aynı zamanda mala içkin statüleri de satın almış olurlar. Daralma günlerinde ise bu statülerini kaybetmek istemezler. Macrocenter yerine A101'e gitmek, filtre kahve içmek yerine çay içmeye başlamak ya da eskiyen telefonu değiştirmemek kişiler açısından zordur ve bu zorluğun analizi sosyal bir meseledir.

Öyleyse Duesenberry etkisini veri kabul edersek diyebiliriz ki, önümüzdeki dönem gelirimiz azalırken gelirimizin içindeki tüketimin payı artacak, tasarrufun payı azalacak.

Türkiye'nin mevcut toplam tasarruf oranı yaklaşık olarak %15-20 arasında seyrediyor. Yani kabaca 750 milyar $'lık gelirimizin 150 milyar $'ını tasarruf ediyoruz. Bu tasarruflarımızı da daha çok bankalarda mevduat hesaplarında tutuyor veya tasarruflarımızla altın, döviz, hisse senedi alıyoruz. Olası bir durgunluk veya negatif büyüme durumunda bu oran Duesenberry etkisine göre azalacaktır. Neyse ki bankalarımızda yeterli mevduat bulunuyor diyemiyoruz, çünkü kredi/mevduat oranları %120'leri görmüş durumda.



Bunun anlamı şu, bankalara yatırılan para ile bankaların sattığı para arasında özellikle 2009 krizi sonrası ciddi bir dengesizlik oluşmuş. Bankaların sattığı kredilerin mevduat karşılıkları azalmış. Önümüzdeki dönem tasarrufların azalması ile bu rakamın daha da büyümesi muhtemeldir. Türk bankacılık sisteminin sermaye yeterlilik oranı henüz büyük bir risk oluşturmasa da bu sürecin uzun sürmesi reel kesimde yaşanan bunalımın bankacılık sektörüne sıçrayarak bir finansal krizi tetiklemeyeceği garanti edilemez. Artı, sermaye yeterlilik oranlarının düşme eğiliminde olduğunu biliyoruz. 


Bu konu ilginizi çektiyse aşağıdaki yazılara da bakabilirsiniz...


https://ozangundogdu.blogspot.com/2018/10/bankaclk-hakknda-bize-soylenmeyenler.html

https://ozangundogdu.blogspot.com/2018/09/sermaye-yeterlilik-rasyosu-syr-ve-bad.html



PMI endeksi nedir, nasıl yorumlanır?

Kişiler elde ettiklerin gelirin bir kısmını tüketir, tüketmedikleri kısmını da tasarruf ederler. Tasarruf edilen tutar eğer küçük bir büyüklükse bu muhtemelen yastık altında kalacaktır. Ancak pek çok rasyonel birey tasarruflarını değerlendirmeyi tercih eder. Bankaya yatırır, hisse senedi, altın, döviz, tahvil, bono veya gayrimenkul satın alır. Bunların hiçbirini yapmıyorsa bu tasarrufları ile yeni yatırımlar yaratır.

İşte bu tasarruflar bir şekilde değerlendirilirken gelecek öngörüleri tasarruf sahipleri için son derece değerlidir. Örneğin büyüme beklentisi düşük olan bir ekonomide hisse senedi yerine, döviz almak daha mantıklı olabilir veya faizlerin yükselme beklentisi sizi değişken faizli tahvil almaya yönlendirebilir. Velhasıl serbest piyasada "beklentiler" neredeyse her şeydir.

İşte bu beklentileri oluştururken küçük tasarruf sahipleri "fısıltı gazetesine" güvenirken, ekonomiye yön veren asıl tasarruf sahipleri güven endekslerine bakarlar. Son zamanlarda adını çokça duyduğumuz tüketici güven endeksi, reel kesim güven endeksi, konut satış endeksi gibi... Bu endeksler kamu kesiminin güvenilir kurumlarınca hazırlanır ve yayınlanır. Böylece "fısıltı gazetesi"nin yaratacağı sorunların önüne geçilmiş olur. 

Bu endekslerden özellikle 2009 krizi sonrası en çok önem kazananlardan birisi de PMI market endeksidir. Türkçeye çevirdiğimizde "satınalma müdürleri endeksi" de denebilir. Endeksi hazırlayan İstanbul Sanayi Odası ekonomik hacmi belli bir büyüklüğün üzerindeki şirketlerin satın alma müdürlerine verdiği anketten elde ettiği sonuçlarla endeksi hazırlar. Endeks hazırlanırken satın alma müdürlerinin verdikleri cevaplar aşağıdaki ağırlıklarla hesaplanır.
(Yeni Siparişler: %30 Üretim: %25 İstihdam: %20 Tedarikçilerin Teslim Süresi: %15; Girdi Stoku:%10)

Böylece ekonomik etkinliğin ve büyümenin gelecekteki durumuna ilişkin en sade beklenti ortaya çıkmış olur. Öte yandan endeks rakamı 50'nin üzerinde ise büyüme beklentileri olumlu, 50'nin altında ise büyüme beklentileri olumsuz olarak yorumlanır. Ancak rakam oluşturulurken önceki ayın PMI rakamının 50 olduğu varsayılır. Örneğin ocak ayında yayınlanan endeks 45, şubat ayındaki endeks 50 ise bu durum ocak ayının beklentilerinin değişmediği biçiminde, şubat ayı 50'nin altında kalmışsa, bu durum ocak ayının beklentilerinin de gerisine düştüğü biçiminde yorumlanacaktır.

Şimdi gelelim Türkiye'nin bugün (1 ekim) açıklanan PMI verilerine.





Türkiye'nin PMI verileri 6 aydır 50'nin altında. Yani 6 aydır piyasa bir önceki aydan daha kötü beklentiler oluşturuyor. Ağustos ayında 46,4 olarak açıklanan PMI verisi eylül ayında 42,7 olarak açıklandı. Bu durum 2009'daki resesyonun ardından gelen en kötü PMI rakamı. İSO'da PMI verisini açıklarken açıklamasına şöyle bir yorum notu düşmüş.

"Faaliyet koşullarında yaşanan zorluklar, Türk imalatçılarının üzerindeki baskının sürmesine neden oldu. Sektörde güçlü enflasyonist baskılar sürmeye devam ederken, müşteriler yeni sipariş vermeden imtina etti ve tedarik zincirinde bozulmalar yaşandı. "



Bankacılık Hakkında Bize Söylenmeyenler...

Bankalar hakkında bilgi düzeyimiz içler acısı. Bana soracak olursanız, lisede ekonomi okur yazarlığı dersi şarttır. Ekonomi bilimine ilişkin en azından asgari düzeyde bilgi ve fikir sahibi olmak demokrasinin de temeli... Aksi halde politikacılar seçmenleri çocuk gibi kandırabiliyorlar.

Yanlış bildiklerimizin başında, faizler artınca bankacılık sektörünün karının da arttığını zannetmemiz geliyor. Bu yanlış fikir pazarda soğana zam gelince pazarcının zengin olduğunu zannetmemize benzer. Nasıl ki pazarcının soğanı alış fiyatı arttığı için satış fiyatı da artıyorsa faizler arttığında da bankaların parayı TCMB'den ve bizlerden alış maliyeti olan faizler artıyor, dolayısıyla satış fiyatı olan faizler de artış gösteriyor.

Soru : Bankalar parayı nereden buluyor?

Cevap: Bankacılık sektörüne borç verenlerden buluyor. Kimdir onlar? Evvela biziz. Bankalara açtığımız mevduat hesapları bankalar tarafından işletilir. Eğer ki verdiğimiz mevduatlar az gelirse son kredi mercii olarak TCMB bankalara para sağlar. Dolayısıyla bankaların bize kredi olarak sattığı paranın da bir maliyeti var. Biraz daha basit bir anlatıma başvuralım.

Bankacılar genellikle prezentabl tiplerdir. Öyle olmasaydı, bankacılar bir pazarcı esnafı samimiyetinde olsaydı bankacıyla aramızda şöyle bir dialog gelişebilirdi.
Bankadan kredi çekmek isteyen müşteri
- Bu krediyi %5 faizle verseniz olmaz mı?
Bankacı
- Valla bize gelişi %25 abla, kurtarsa dükkan senin.

Yani bankalar bazılarımızın mevduatlarını alıyor ve siz bu mevduatların banka kasasında durduğunu zannederken bu para başkalarına kredi olarak veriliyor. Burada tabii bankacılık riski açısından önemli bir değişken Kredi/Mevduat oranları. Bu oranın artması bankacılık sektörünün risklerini artırır. Hele hele %100'ü üzerine çıkması mevduat karşılığı olmayan bir parayı kredi olarak verdikleri anlamına gelir. Günümüzde bu oran %122'ye dayanmış görünüyor.
Yukarıda bankacılık sektörümüzün Kredi/Mevduat oranlarını görüyorsunuz. Grafiğin Türkçesi şudur: Bankalara para yatıranlara göre bankalardan para çekmek isteyenler gittikçe artmaktadır. Bu oran iki şekilde artabilir;

1- Mevduatlar azalabilir.
2. Krediler artabilir.

Bizim ülkemizde Kredi/Mevduat oranındaki artışın temel sebebi verilen kredilerin artmasıdır.


Türkiye'de Bankalar 2002'den bu yana üretime dönük kredilerinden çok tüketime dönük kredileri pompalamışlar. 2002 yılında yaklaşık 6 milyar TL olan Tüketim kredileri 2018 yılında 520 milyar TL'ye çıkarak nominal %8500 artış göstermiştir. Bu durum tabii aslında olmayan bir paranın kullanılması demektir ve sürdürülebilir değildir. Hatırlıyorum da 7-8 yıl önce üniversite bahçesinde ellerinde kredi kartlarıyla kantinleri gezerdi bankacılar. Şimdi ise arpalık bitti... Sonuç itibariyle olmayan para harcanamaz. 

Şimdi özellikle özel bankalar bu oranı düşürme peşinde. Nasıl yapacaklar? Cevap; geçmişte çılgınlık gibi verdikleri kredileri artık vermeyerek... Peki, ben kredi çekmem, böylece tatile gitmem veya taşıt almayıveririm. Peki başkaca borçlarını ödemek zorunda olan bu sebeple bankalardan borç almak durumunda kalan firmalar ne olacaklar? Onlar da konkordato ilan edecekler. Cumhuriyet Gazetesi'nin haberine göre Konkordato ilan eden şirketlerin sayısı 3 bini geçmiş. 

Şirketlerden bize ne diyebiliriz. Konkordatoların sonuçlarını hızlıca özetleyiverelim. 

1- Konkordato ilan eden şirketler yeni borç alamaz, eski borçlarını ödemek için varlıklarını satışa çıkarır. 
2- Böylece menkul veya gayrimenkul varlıklar değer kaybeder. Yani hisse senetleri ve konut fiyatları düşer. 
3- Şirketler yeni yatırımlar yapmadığı için işsizlik oranı artar. Artan işsizlik ücretleri baskılar. Yoksulluk artar. 



İşin özü o ki, fırtına yaklaşıyor, tasarruf etmekte, fazla açılmamakta fayda var. 


Faiz Haram mıdır?

Derslerde devlet borçlanmasını anlatırken öyle zorlanıyorum ki... Söz illa dolanıyor ve faizin neden yükselip alçaldığına, faizin nedenlerin...